İslâm inancının netliği
" Rabblerin huzurunda toplanacaklarından korkanları Kur'an aracılığı ile uyar. Onlar için Allah dışında bir dost ya da aracı yoktur. Ola ki, günahlardan sakınırlar."
" Sırf Rabblerinin rızasını dileyerek sabah, akşam O'na yalvaranları yanından kovma, onların hesabından sana ve senin hesabından onlara bir şey düşmez ki, bu yüzden onları kovarak zalimlerden olasın."
" Kendini beğenmişler "Allah'ın aramızdan seçerek lütfuna lâyık gördükleri bunlar mıdır?" desinler diye biz onları işte böylece sınavdan geçirdik. Allah şükredenleri herkesten iyi bilen değil mi?""
" Ayetlerimize inananlar sana gelince onlara de ki: ' `Selâm size, Rabbiniz merhametliliği üzerine görev yazdı, buna göre içinizden kim bilmeyerek bir kötülük işler de arkasında tevbe edip kendini ıslâh ederse, hiç kuşkusuz, Allah bağışlayıcıdır, merhametlidir. "
" Günahkârların yolu açıkça belli olsun diye ayetlerimizi, işte böyle, ayrıntılı biçimde anlatıyoruz." (Enam Suresi 51 ila 55. ayetler)
Bu, İslâm inancının izzetini, sahte yeryüzü değerlerine karşı üstünlüğünü, basit beşeri ilgilerden uzaklığını göstermektedir.
Hz. Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- bu dini, süsten, yaldızdan, yeryüzü değerlerinin ihtiras ve aldatıcılığından uzak bir şekilde insanlara sunmakla emr olunmuştu. Aynı şekilde dikkatini onlar arasında, bu davetten yararlanmak isteyenlere, onlardan içtenlikle kabul edenlere yöneltmek. Allah'ın tarafını isteyerek, gönüllerini Allah'a yöneltenleri korumak, bundan sonra cahiliye toplumunun sahte değerlerinden ve basit beşeri ilgilerden herhangi bir şey ölçü edinmemekle emr olunmuştu.
Rabblerinin huzurunda toplanacaklarından korkanları Kur'an aracılığı ile uyar. Onlar için Allah dışında bir dost ya da aracı yoktur. Ola ki, günahlardan sakınırlar."
Bununla Rablerinin huzurunda toplanacaklarından korkanları uyar. O sırada Allah'dan başka bir yardımcı ve onları kurtaracak bir aracı bulamazlar. Bunun nedeni, onun izni olmaksızın Allah katında hiçbir aracının aracılıkta bulunamayacağıdır. İzinden sonra da O, yüce Allah'ın haklarında aracılıkta bulunmasını istediğinden başkası için aracılıkta bulunamaz. Dolayısıyla Allah'ın dışında bir dost ve aracının söz konusu olmadığı böyle bir günün korkusuyla kalpleri ürperenleri uyarmayı, uyarıya kulak vermeyi ve ondan yararlanmayı daha çok hak etmişler. Belki dünya hayatındayken ahirette karşılaşacakları Allah'ın azabından korunabilirler. Çünkü uyarı, gerçekleri ortaya çıkaran bir açıklama olduğu gibi çeşitli ilhamlar uyandıran bir etkendir de. Korktukları ve sakındıkları şeyi ortaya koyan bir açıklama... Kalplerini sakınmaya ve korunmaya yönelten bir etken... Böylece kendileri için açıklama yapıldıktan sonra sakındırıldıkları şeyleri işlememiş olurlar.
"Sırf Rabblerinin rızasını dileyerek sabah, akşam O'na yalvarırlar?"
Şu, canlarını Allah yoluna koyanları, sabalı akşam O'na kulluk etmeye, O'na dua etmeye yönelenleri, O'nun yüce zatını isteyenleri, O'nun zatından ve hoşnutluğundan başka bir şeye itibar etmeyenleri kovma... Bu kendini Allah'a adama, sevgi ve edep tavrıdır. Çünkü onlardan biri kulluk ve dua ile Allah'dan başkasına yönelmez. Tamamen her şeyden soyutlanmàdığı sürece Allah'ın hoşnutluğunu istemez. Kalbi bütünüyle Allah sevgisiyle dopdolu olmadığı müddetçe, yalnızca Allah'ın hoşnutluğunu istemez. Allah'a karşı takınması gereken edep tavrını öğrenmeden, Allah için ve Allah ile yaşayan bir kul olmadığı sürece, onun hoşnutluğunu isteyerek kulluk ve dua ile yüce Allah'ı birlememiş olur.
Hikâyenin özü şu; Arapların "eşraf" takımından bir grup, Hz. Muhammed -salât ve selâm üzerine olsun- fakirliklerinden dolayı üst başları ter kokan Şuheyb, Bilal, Ammar, Habbab, Selman ve İbni Mesud gibi kimsesiz fakirler, kucak açıyor diye İslâm çağrısını kabul etmekten kaçınmışlardır. Bu kimsesizlerin toplumsal konumları Kureyş'in efendileriyle aynı mecliste oturmaya yetmiyordu. Bu yüzden Kureyş'in eşraf takımı Hz. Peygamber'den, bunları yanından uzaklaştırmasını istediler. Fakat peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- bunu kabul etmedi. Bu sefer kimsesiz fakirler için ayrı bir toplantı, eşraf takımı için de aralarında şu kimsesiz fakirlerin yer almadığı ayrı bir toplantı düzenlenmesini önerdiler. Böylece efendilerin cahiliye toplumundaki ayrıcalıkları, özellikleri ve üstünlükleri sürecekti. Bunun üzerine Hz. Peygamber de İslâm'a girmelerini sağlamak amacıyla bu isteklerini kabul etme düşüncesi uyanmaya başladı, ancak Rabbinin kesin emri gelmişti:
"Sırf Rabblerinin rızasını dileyerek sabah, akşam O'na yalvaranları yanından kovma."
Müslim Sa'd b. Ebi Vakkas'dan şöyle rivayet eder, Sa'd diyor ki, "Peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- yanında altı kişi bulunuyordu. Müşrikler Peygambere -salât ve selâm üzerine olsun- yanında bulunan şu adamları uzaklaştır ki, bize karşı cüretkâr davranmasınlar" dediler. Peygamberin yanında bulunanlardan biri bendim, biri İbni Mesut, biri de Hüzeyl kabilesinden bir kişi, biri de Bilal idi. Bir de isimlerini hatırlayamadığım iki adam vardı. Bunun üzerine Peygamberin gönlünde yüce Allah'ın geçmesini istediği düşünce geçti ve kendi kendine konuştu. Bunun üzerine yüce Allah şu ayeti indirdi:
"Sırf Rabblerinin rızasını dileyerek sabah, akşam O'na yalvaranları yanından kovma."
Bu eşraf takımı Peygamberi -salât ve selâm üzerine olsun- meclisine ve himayesine aldığı şu zayıf kimseler aleyhinde birtakım söylentiler çıkarıyor, onları kınıyor, içinde bulundukları fakirlikleri, zayıflıkları ve efendilerin nefretine, İslâm'ı kabul etmeyişlerine eden olan, Peygamberin meclisinde bulunmalarından ötürü kınıyorlardı. Bunun üzerine yüce Allah bu konudaki kesin hükmünü bildirdi ve iddialarını reddederek temelden çürüttü.
"...Onların hesabından sana ve senin hesabından onlara bir şey düşmez ki, bu yüzden onları kovarak zalimlerden olasın."
Onların hesabı kendilerine aittir, seninki de sana. Onların fakir oluşları da rızık konusunda belirlenen takdir gereğidir. Bu, Allah katındaki hesaplarıdır. Bu konuyla senin bir ilgin yoktur. Aynı şekilde senin fakir ya da zengin oluşun senin Allah katındaki hesabındır. Onları ilgilendiren herhangi bir şey söz konusu değildir. Bu değerlerin iman sorunu ve onun derecesi üzerinde bir etkinliği olamaz. Şayet fakirlik ve zenginlikten dolayı onları meclisinden uzaklaştıracak olursan, bu durumda Allah'ın ölçüsüyle ölçmemiş, onun değerleriyle değerlendirmemiş olursun. Dolayısıyla da bu zalimlerden olursun. Hiç kuşkusuz Allah'ın peygamberi -salât ve selâm üzerine olsun- -Haşa- zalimlerden biri olmaktan uzaktır.
Böylece cep fakiri ancak gönül zengini olanlar peygamberin meclisindeki yerlerinde kaldılar. Toplumsal mevkileri düşük ama Allah'la güç kazananlar, imanlarının sonucu elde ettikleri ve sırf O'nun zatını isteyerek Allah'a yaptıkları duaların sonucu hak ettikleri konumlarını korudular. Böylece İslâm'ın ölçü ve değerleri yüce Allah'ın belirlediği metoda uygun olarak yerleşmiş oluyordu.
Bunun üzerine İslâm'ı kabul etmekten kaçınan müstekbirler -büyüklük taslayanlar- büyük bir nefretle şöyle demeye başladılar: Nasıl olur da Allah aramızda şu zayıf fakirleri iyilik için tercih edebilir? Şayet Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- getirdiğinde bir hayır bulunsaydı, şu fakirlerin bizim önümüze geçmeleri mümkün olmazdı. Onlardan önce Allah bizi doğru yola iletirdi. Dolayısıyla Allah'ın bizim gibi mevki, makam sahiplerini bırakıp aramızda şu zâyıf fakirlere iyilikte bulunması akla uygun değildir.
Kuşkusuz bu, yüce Allah'ın mal ve soyla büyüklenen, bu dinin tabiatını insanlığa gösterdiği aydınlık ufuklu yeni dünyanın mahiyetini kavrayamayanlar için takdir ettiği bir fitneydi. İnsanlık bu dünyada o gün için Arapların ve bütün dünyanın yabancısı olduğu erişilmez doruklara yükselmişti. Hiç kuşku yok ki, çeşitli isim ve görünümler altındaki demokratik düzenler de buna son derece yabancıdırlar.
"Kendilerini beğenmişler "Allah'ın aramızdan seçerek lütfunu layık gördükleri bunlar mıdır?" desinler diye biz onları işte böyle sınavdan geçirdik."
Kur'an'ın akışı, eşraf takımının kınama amacına yönelik olarak ifade ettiği soruya şu şekilde karşılık vermektedir:
"Allah şükredenleri herkesten iyi bilen değil miydi?"
Bu cevap, birçok işareti, birçok anlamlı imayı kapsamaktadır. Öncelikle hidayetin yüce Allah'ın doğru yola iletildikten sonra şükredeceklerini bildiği kimseler, mükâfat olarak verdiği bir nimet olduğu belirtilmektedir. Bununla beraber kulların şükrü hiçbir zaman bu nimet için yeterli değildir. Ama yüce Allah kulun çabasını kabul ediyor ve karşılık olarak da eşi bulunmayan şu göz alıcı mükâfatı veriyor.
Bir de iman nimetinin, beşeri cahiliye toplumlarında yaygın olan basit yeryüzü değerlerinden herhangi biriyle ilgisinin söz konusu olmadığı aksine Allah'ın bu nimeti, karşılığında şükredeceklerini bildiği kimselere özgü kıldığı belirtilmektedir. Yoksa kişinin köle, zayıf ve fakir oluşu önemli değildir. Cahiliye toplumlarıda insanların büyüklenme gerekçesi yaptıkları basit yeryüzü değerlerinin Allah'ın ölçüsünde yeri yoktur.
Bunun yanısıra, Allah'ın lütfuna itiraz edenleri, bu itirazlarının eşyanın hakikatine ilişkin bilgisizlikten kaynaklandığı, bu lütfun dağılışının kullardan hangisinin onu hak ettiğine ilişkin yüce Allah'ın eksiksiz bilgisine dayandığı, yoksa şu itirazlarının cehaletten ve Allah hakkında edepsizce davranmaktan başka bir şey olmadığı belirtilmektedir.
Seyyid Kutub